Bu gün, onulmaz derin sosyal bir yaraya değinmek istiyorum. Bu yara, tefecilik ve faiz kurumlarının toplumlarda açtığı yaralar ve yarattığı maddi ve manevi tahribatlardır.
Dolayısiyla bu yaraların panzehiri, merhemi, dermânı hükmünde olan zekât kurumuna da temas etmek gerekir.
Zekât’la beraber, faiz (riba) nın hükümlerini ve etkilerini ayrı ayrı, ama kısa bir şekilde, bir fayda temin edebilir mülâhazasiyla nazara vermeye gayret edeceğim.
Zekâtın farz olmasının birinci şartı müslüman olmaktır. İman etmeyen bir kişi, İslâm’ın hiç bir emri ile yükümlü olmadığı gibi, zekât’ın farzı ve emri ile de yükümlü değildır.
Sözlükte; çoğalmak, bereketlenmek ve temizlenmek anlamlarına gelen zekât; İslam’ın sosyal ve ekonomik yapısına yönelık emirlerinden olup, mal harcamak suretiyle, Allâh’a kulluk yapmayı temsil eder.
Kur’an-ı Kerim’in 26 yerinde namaz ile birlikte, 6 yerinde de müstakil olarak zekât’tan bahsedilmiştır. Zekât’ın farziyeti, altı yerde, tekrarlanan aynı ifadelerle; “Namazı kılın, zekâtı verin.” Âyetleriyle sabit olmuştur. Kur’an’da zekât’ın, bu derece tekrar ile ifade edilmesi, fert ve toplum açısından ne kadar büyük önem taşıdığını ifade eder.
Buna göre, zekâtı verilen malda görünürde bir eksilme olsa bile, keyfiyette bereket getirisi ile beraber, o malda bir artış hasıl oldu denilir.
Zekat, sosyal güvenliği temin eden en önemli, temel taşlarından biri sayılır. Kişinın içinde bulunduğu toplumda; kazanmayan, geliri olmayan muhtaç kesimler nezdinde, bazı harcamalarda bulunmak suretiyle, mal varlığını paylaşmanın ilk basamağıdır zekât. Zekâtın fert ve topluma yönelik sayısız hikmet ve yararları vardır.
Zekât, bir garibın duasından nasip almak, bir muhtacın sofrasında hatırlanma sivinci, kırık bir kalbe merhem, mahzun bir gönüle derman olmaktır. Bir yetimin başına dokunan şefkat elidır zekât.
Zekât, mal sahibini manevi kirlerden arındırıp temizlediği gibi, o malda bulunan fakirlerın, muhtaçların hakkını da eda etmekle, malını da temizlemiş olur. Bu hususta Hz. Peygamber: “Su ateşi nasıl söndürüyorsa, zekât’da, günahlardan öylece temizler, arındırır.” Buyurmuştur.
Zekâtın olmadığı ve verilmediği yerlerde, hased ve husumet duyguları gelişmeye başlar. İşte zekât, bu kötü duygular yerine, sevgi ve saygılı olmayı sağlar ve geliştirır.
Zekâtını veren bir kişi vicdanen rahat eder, kalben itmi’nana kavuşur, huzur ve mutluluğa erer. Diğer yandan, toplumda hem sevilen ve hem de hürmet gören bir şahsiyet haline gelir.
Şüphesiz “İnsan, âbidı’l-ihsan” dır. Yani o insan nankör değilse eğer; iyilık gördüğü insana sevgi besler ve saygılı olur.
Zekât, toplumun sosyal yapısını güçlendirdiği gibi, ekonomik yapısına da önemli ölçüde katkı sağlar. Sınıf farklılıklarını ortadan kaldırır. Zenginler ile fakirler arasındaki uçurumları yok ederek, kuvvetli bir iletişim sağlar. Böylece toplumsal yapıdaki bağları güçlendirmeyi hedef kabul eder.
Zekât, müslüman’ı sadece kendisi için yaşıyan değil, aynı zamanda toplumu için yaşıyan bir kişiliğe sahip olma mutluluğuna eriştirır. Cimrilık duvarlarını yıkar, hayırseverlık ve merhamet duyguları için, bir ab-ı hayat olur; sosyal bütünleşmeyi temin eder.
İyilık gören her bir insan, paylaşımcı zengini gönülden sevmeye başlar, onun dedikodusunu yapmaz, tam aksine onu savunur, korur ve bağrına basar.
Hz.Peygamber, Zekât’ı “Kantaratü’l-İslâm” yani “İslâmın köprüsüdür.” Diye tavsif eder.(1) Burada zekatın, insanı sahil-i selâmete çıkaran bir köprü olarak vasıflandırılması, çok anlâmları içinde barındırır.
Allâh Te’alâ, Kur’an’da şu ince noktaya temas ederek şöyle buyuruyor:
“Namazlarında huşu içinde bulunanlar, boş sözlerle, boş davranışlardan kaçınırlar. Zekâtını verenler ve namuslarını koruyanlar kurtulmuştur.”(2) ifadeleri yer alır.
Yine Rabbimız, Kur’an-ı Kerimde mütakki kulları hakkında şöyle buyurur. “Onların mallarında, muhtaç ve yoksulların hakkı vardır.” (Zariyat 51/19)
Zekât’ın bu günkü sosyal güvenlik kurumlarından farklı olan bir yanı da, bu kuruma prim ödeyenlerin fakirler değil, sadece zenginlerin olmasıdır.
Yine Allâh Te’ala; zekat’ın toplanması ve gereken yerlere verilmesine dair: “Mu’minlerın mallarından zekât al ki, onunla kendilerini ve mallarıni temizlemiş, bereketlendirmiş olasın. Zekât verenlere dua et, çünkü senin duan, onlar için bir huzur vesilesidır.”(3) buyurulmuştur.
Günümüzde, fakir ve zengin olmanın ölçüleri (kriterleri) ni tayin etmeden, istisnasız herkesten vergiler alınmaktadır. Örneğin ticarette, alış-verişlerde “Katma Değer Vergi”sini (KDV) herkes öder. Oysa zekât zenginden alınır, fakirlere verilir.
Toplanan bu vergiler; herkesın menfaatına, yararlı hizmetlerde ve yatırımlara sarfedilirse, en âlası. Ancak değişik yol ve yöntemlerle, ihaleler vasıtasiyla, toplum tarafından hiç sevilmeyen, ahlâkî zaafiyetleri olan, belirli şahıs ve kesimlere peşkeş çekilirse; bunu bilen ve gören başta yoksullar ve bütün vatandaşların üzerinde bir takım olumsuz etkiler bıraktığı gibi, onları bir de küstürmüş olursunuz.
Hazreti Peygamber zamanında, bu günkü vergiler yerine zengin müslümanlardan zekât alınırken, gayr-i müslim zımmilerden de cizye alınırdı.O dönem şartlarına göre; iktisadi hayatın şartlarına uygun olarak, malların nisabı (zekât düşen mallar) sınırlı idi.
Dört alandaki malın nisabı gösterilmişti. Bunlar: Ticari eşya, para, hayvancılık ve ziraat ürünleri üzerinden tahsilatı yapılırdı.
Parada zenginlık ölçüsü, gümüş para üzerinden “Dirhem”, diğeri ise altın para olup, adı “Dinar”dı. Her iki tür para da, Roma’da darp edilerek tedavüle konuyordu.
Hem devletin gelirleri, hem sosyal adâlet ve hemde fakir ve zenginler arasındaki iktisadî ve ekonomik dengeler, bu zekât ve vergileriyle nasıl sağlanabilirdı? diye bir soru sorulabilir.
Burada şu önemli notu da düşmek gerekir. İslâm dininde zekât, farzlardan biri olup, aynı zamanda bir ibadet şeklidır. İbadetler, zorlama (ikrah) ile yapılmaz. Kulluğun; kişinın hür iradesıne bırakıldığı âyetlerle sabittır. Dolayısiyla sonradan zekât serbest bırakılmıştır.
Bu hususta, En’am suresi âyet 141.de şu açıklamayı görüyoruz. “Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yeyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin, fakat israf etmeyın; çünkü Allâh israf edenleri sevmez.” Buyurulmuştur. Bu âyet’ten de anlaşıldığı üzere, herkesin zekâtını eda etme yükümlülüğü, kendi iradesine bağlanmıştır.
Kaynağını hatırlıyamadığım bir kitapta okumuştum. İnsanlar aynen namazlarını kıldıkları gibi, zekât’ın farziyetine ve edasına da o kadar dikkat ve ihtimam gösterirlerdi ki; bir ara müslümanın biri, zekâtını vermek için kime teklif ettiyse “durumum iyidır” diye red cevabını alır. Zekât’ım boynumda kaldı diye telaş eder.
Bunun üzerine zekâtını elden çıkarmak için para, altın veya gümüş cinsinden bir kese içine koyar ve üzerine de şöyle bir not düşer: “Bu Allâh’ın malı zekât’tır. Muhtaç ve müstehak olan alsın.” Diye yazarak, en kalabalık yerde, bir ağacın görünür dalına asar.
Günler sonra, ağaç dalına astığı zekâtın akibetini öğrenmek üzere; ağacın yanına uğramak ister. Ancak daha uzakta iken, kesenın hala ağaçta asılı olduğunu görür. Fakat bir ihtimal, belki içindekiler alınmış olabilir diye umutlanır. Keseyi avucuna alınca; hala zekât’ın olduğu gibi yerinde durduğunu, hiç dokunulmadığını ve alınmadığını müşahede eder. Bu durum, o toplumun ekonomik olarak normal bir düzeyde olduğunun göstergesi sayılır.
Zekâtın farz olma şartlarından biride borçlu olmamaktır. Borçlu olanlar ve icralık durumda olanlara zekât verilebilir.
Zekât ve öşrü bir şahsa veya kuruma verirken, önceden ibadete niyet etmek gerekir. Ancak, yoksula verirken ona verilen malın zekât olduğu söylenmemeli, onu utandırmamalı, kibarca teslim etmek, izzet-i nefsini rencide etmeyecek şekilde, munasip bir yolla verilmelidır.
Memur ve işçiler gibi, maaşla geçinen kimselerın durumlarını bu zamana uyarlıyacak olursak; açlık ve yoksulluk sınırları üzerinden değerlendirme yapmamız gerekir, şöyle ki; asıl itibariyle zekât yoksullara verildiğine göre; an itibariyle, dört kişilik bir ailenın yoksulluk sınırı: 2023 Ocak ayı, TÜRK-İŞ verilerine göre; bir ailenın gıda ve diğer bütün harcamaları için, hanesine girmesi gereken aylık ücret (yoksulluk sınırı): 28.875 TL. İken, sadece gıda harcamaları için, 8.864 TL.dır…*
Geliri bu seviyede veya daha da altında olan, işçi olsun, memur olsun herkes, zekâta muhtaç ve müstehakdır. Bu manzara ne kadar hazin ve ne kadar acıklı bir durum değil mi? Bu kriterler bir hikâyeden ibaret değil, takdir edersinız ki; birer hakikatın ifadesidir.
Maalesef, bu gün 15 kişinın serveti, 40 milyonun mal varlığına denk gelen bir ülkede yaşıyoruz. Bir bakarmısınız! Zengin ile fakirler arasındaki farkın ve muvazenın alabora olduğu, hazin manzaraya!
Bilindiği üzere her şey içinde, bir işçinın aylık asgari ücreti 8.506 TL dır. Eğer bu işçi İstanbul gibi bir yerde kirada oturuyorsa ve buna doğal gaz, elektrik, su, giyim-kuşam, servis paraları ve diğer gıda ihtiyaçlarını da ilâve edersenız…?
Bu durumda empati yapmak, sizleri bilmem ama; şahsen bana ürperti veriyor.Yazacak çok şey var, lâkin yeri ve zamanı olmadığından şimdilık bırakıyorum…Teemmel !
Kur’an’da zekâtın verilebileceği kişiler hakkında bir sınıflandırma yapılmıştır. Bu sıralamada, Allâh yolunda yapılan harcamalar da zikredilmiştır. Bunlar, kısaca; Allâh yolunda ilim öğrenmek ve öğretmek, bilimsel çalışmalar yapmak ve yaptırmak, zengin kütüphaneler ve matbaalar kurmak, gençlerın ve yoksul çocukların, başta uyuşturucu olmak üzere, diğer kötü alışkanlıklardan kurtarılmaları için yurtlar açmak, barınma yerleri, çocuk yuvaları ve benzeri basın ve yayın işlerinde harcama olarak hülasa edilebilir.
Yukarıda zekat’ın hem kişisel ve hemde toplumsal fayda ve maslahatlarını dile getirmenın yanında; ayrıca faiz (Riba) nın da zararlarına temas etmemiz gerekir.
İnsanların sosyal hayatını sarsan, emek ile sermayeyi çatıştıran, yoksulları zenginlerle çarpıştıran ve bankaları kurduran ve değişik fen ve hileli yollarla, mal toplamaya vasıta olan faiz; toplumda büyük ayrışmalara neden olmuş, tefrikayı derinleştirmiş, sevgi ve saygı bağlarının kopmasına vesile olmuştur.
Kur’an’ın ifadesiyle: Zekât farz, faiz haramdır. Haramın büyüğü-küçüğü, azı ve çoğu yoktur. Faizın de yüzdeliklerle ifade edilen, hem azı ve hem de çoğu aynı kategoriye sahiptır.
Montain’nın şöyle bir sözü var: “İne’yi çaldı fakat altını çalmak aklından geçmez, diyenlere cevabım şu olacaktır; ine’yi çalan, altını niye çalmasın ki?” Diyerek bir gerçeği ifade etmiştır.
Kur’an’ın çok ayetlerinde faiz’ın, sosyal hayatta yaptığı maddi ve manevi tahribatından bahisle yasaklar, kebairden yani en büyük günahlardan kabul etmiştır.
“İnsanların mallarından, artsın diye verdiğiniz faiz, Allâh katında artmaz. Ama Allâh’ın yüzünü (rızasını) isteyerek verdiğinız zekat ise,(işte sevaplarını ve gelirlerini) kat kat artıranlar onlardır.” (4) buyurulmuştur.
“Ondan nehyettikleri ( yasakladıkları) halde, faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri nedeniyle (öyle yaptık) onlardan kâfir olanlara pek acıklı bir azap hazırlamışızdır.(5)
İslâm alimlerinın büyük çoğunluğunun ittifakiyle, devlete verilen vergiler, zekât yerine geçmez, diye hükmetmişler.
Hz. Peygamber’ın, bu faiz’ın yasaklanmasına ve ne denli çirkin ve ağır bir günah olduğuna dair, insanların tüylerini diken diken eden hadis’ini bir yana bırakarak; bir evrensel manifesto hüviyetinde olan Vedâ hütbesindeki şu sözlerini nazara vereyim ki;
“Dikkat edin! cahiliyye faizlerinden her faiz iptal edilmiştır. Faizlerimizden ilk kaldırdığım faiz, Abbas bin Abdulmutalib’ın faizidır. O tamamiyle geçersız kılınmıştır.”(6)
Yine Cabir sahih bir hadiste anlatıyor: “Rasûlullâh, faiz yiyene, yedirene ve muamelenın şahitlerine (yani kefalet edene) lânet etti! Ve onlar günahta eşittır! “(7) buyurdu.
Faiz tarih boyunca, hem din adamları, hem filozoflar ve hem de iktisatçılar tarafindan incelenmiş ve hep kınanmış, çirkin addedilmiştır. İlk çağ filozoflarından Eflâtun ve Aristo tarafindan da faiz, insanlık için muzır ve çirkin telaki edilmiştır.
Fakirlerle zenginleri karşı karşıya getirdiğinden, ahlâkî, ictima-i ve iktisadî bir hastalık olarak baş gösteren faiz, Mısır, Sumer, Babil, Asur, Eski Yunan ve Roma gibi toplumlarda hüküm sürmüş ve diğer sosyal hastalıklar gibi, o dönemlerde bununla da mücadele edilmiştır.
Beşer tarihine baktığımızda, bütün ihtilâllerın, çatışma ve mücadelelerın ve kötü ahlâk’ın menba-ı; “Sen çalış, ben yiyeyem.” Cümlesinde ifade edilmiştır.
Evet, sosyal hayatta yoksul ile zenginler, ancak güzel bir ahlâkî dayanışma ve ekonomik gelirlerın dengeli ve âdilâne bir şekilde paylaşımiyla, huzur içerisinde beraberce yaşıyabilecekleri kabul edilmelidır.
O huzur ortamı ise; ancak zenginlerden sevgi, merhamet ve şefkat ve buna karşılık da fakirlerden de yine kardeşane bir sevgi ve hürmetle temin edilebilir.
Oysa, şimdilik yaşadığımız ve gördüklerimız, ekseriyetle zenginlerden fakirlere karşı beklenen şefkat, rahmet ve alakanın zuhur etmediği gibi, zaman zaman hukuk ihlâllerine de maruz kaldıkları görülebilmektedır. Zenginlerın, bu muamelelerıne karşılık da, fukaranın kine, haset (kıskançlığa) ve husumet duygularının gelişmesine neden olduğu da bir vakıa.
Faiz; muhtaç fakirden alır, sömürür zengine yedirir, fakiri daha fakir, zengini de daha zengin eder. Fakir zaruri ihtiyaca binaen gider, tefeciden borç alır, bankadan kredi çeker. Va’desi geldiğinde, ödemede zorluk çeker. Dolayısiyla elinde bulunan evini, barkını, malını, mülkünü faizciye veya faiz kurumuna ödemeye mecbur kalır.
İşte bu dengesizlikten dolayı, iflâs eden nice tüccar, esnaf bunalıma girerek, yerini yurdunu terk eder kaçar veya intihar eder. Ocaklar söner, karılar kocasız, çocuklar yetim kalır.
Sermayedar kapitalist faizciler ve ilgili kurumlar, bankalar, değişik yol ve yöntemlerle ve reklâmlarla ihtiyaç sahibi insanlara yoksullara paranın, doların cazip, sevimli yüzünü göstermekle celbeder, öbür yandan da hiç sezdirmeden kanını emer, perişan eder.
Faize bulaşan, faizle kredi alan hiç kimse kâr edip kazanamamış, huzurlu olamamış, mutlulukla yaşamaya kavuşamamıştır. Bu icraat ve uygulamalarda hep tefeciler, ilgili kurumlar ekonomik olarak kârlı çıkmışlardır.
Sosyal hayatta faizın verdiği bu zararlara karşılık zekât, zengin ile fakir arasındaki o derin dereler üzerinde hep bir köprü vazifesini görmüş, normal bir yaşam için muvazene unsuru olmuştur.
Zekât zenginden alır, fakire verir. Bir toplumda fakirler ve zenginler bulunduğu müddetçe; bu yardımlaşma sirkülasyonu, normalleşme temin edilene kadar devam eder.
Faiz, zengin ile fakir arasındaki yarayı nasıl derinleştiriyorsa, zekât da o nisbette, o derin yaraya merhem olur, kapatmaya çalışır.
Beşer, sosyal barışı ve huzuru ve insanlar arasındaki dayanışmayı ve kardeşlık duygularının gelışmesini, karşılıklı sevgi ve saygıyı istiyorsa; yardımlaşmanın simgesi olan zekât’ı canlandırmalı…
Diğer yandan insan haklarının gasbına ve sömürüsüne vasıta olan, faiz yollarının kısıtlanmasına ve kapatılmasına ihtiyaç vardır.
“Tüm dertlere çare bulunabilir, ama servet ve şöhret hastalığına yakalanmış olanlara, deva bulunmaz.” Eflatun
“Maddi hayata tapanlar, deniz suyunu içenlere benzerler, içtikçe susuzlukları artar.”
Muhyeddin Arabî
27.03.2023
Dr.Mehmet AKSOY
Dip Notlar:
(1) El Beyhaki, Şuabü’l-İmam, 3038.Taberani, Mu’cemu’l Evsat, 8937.
(2) Muminûn 23/1
(3) Tevbe..103-104
(4) Rum 30/39
(5) Nisa 4/161
(6) Müslim 1218/147 Buyurmuştur.
(7) Beyhaki 5/275 Müslim 1598/106 buyurdu
* Yukarıdaki rakamlar sosyal medyadan
alınmıştır.